Eğer opera, operet gibi klasik sahne sanatlarıyla ilgilenmiyor veya ilgilenip de Türkiye’deki tarihini bilmiyorsanız Prof. Dr. Carl Ebert’i duymamış olabilirsiniz… Ama aldırma gönül aldırma, Eşkiya dünyaya hükümdar olmaz (Edip Akbayram), Leylim Ley (Zülfü Livaneli), Benim meskenim dağlardır, Çocuklar gibi (Sezen Aksu), Kara yazı, Kız kaçıran, Geçmiyor günler (Ahmet Kaya), Ben yine sana vurgunum, Melankoli (Nükhet Duru, Ali Kocatepe)… yazarsam hemen tanırsınız… Hemen herkesin bildiği, dillerden düşmeyen parçalardan örnekler… Bunların sözleri, şiirleri en çok şarkı olmuş yazar, şair, fotoğraf sanatçısı Sabahattin Ali’ye ait…
* * *
Sabahattin Ali, dillerden düşmeyen “Aldırma gönül, aldırma” nakaratlı şiirin de içinde bulunduğu beş hapishane şarkısını Sinop Cezaevi’nde yazar. Ekim 1933’te, Cumhuriyetin onuncu yılı dolayısıyla çıkarılan aftan yararlanarak özgürlüğüne kavuşur. Ankara’da, Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Dairesi’nde iş bulup çalışmaya başlar. Önce Musiki Muallim Mektebi’nde, ardından Ankara Devlet Konservatuarı’nda Almanca öğretmeni olarak çalışır.
* * *
Kısa bir süre sonra da, konservatuarın opera ve tiyatro bölümünü kurmakla görevli, ünlü Alman sahne sanatçısı, yönetmen Carl Ebert Ankara’ya gelir. 1936 – 1945 yılları arasında Türkiye’de çağdaş opera ve tiyatronun temelini atan Carl Ebert’in çevirmenliğini ve dramaturgluğunu (rejisör yardımcılığı) Sabahattin Ali yapar… Onun adeta sağ koludur…
* * *
Carl Ebert, yıllar sonra 1961’de New York’ta Sabahattin Ali’nin kızı Filiz Ali’yle karşılaşır ve şöyle der: “Türkiye’de çok arkadaşım oldu, fakat baban tek dostumdu. İkimiz tam anlamıyla bir kardeşlik kurduk. Hayatımda, ailem dışında ‘sen’ diye seslendiğim az bulunur kişilerden biri, babandı”
* * *
Aralarında Semiha Berksoy, Müşfik Kenter, Cüneyt Gökçer’in de bulunduğu yüzlerce sanatçıyı yetiştiren Carl Ebert, titiz, çok disiplinli, bir sahneyi defalarca tekrar ettiren bir eğitimciydi… Mustafa Kemal Atatürk’ün bir sorusuna verdiği cevap tarihe geçer… Yüksek tahsilini Almanya’da yapan, 1930-34 yıllarında Berlin’de öğrenci müfettişi olan ve o dönemlerde Türkiye’deki Alman bilim adamlarıyla ilgilenen etkili kişilerden Cevat Dursunoğlu anılarında şöyle yazıyor… “ Devlet Konservatuvarı’nın Şan Bölümü ile Tiyatro Bölümü öğrencileri, bir iki yıl içinde klasik eserleri Türkçe oynayabilecek düzeye yaklaşmışlardı. Durum 1937 yılında Atatürk’e aksetmiş, bu habere çok memnun olan Atatürk, Eğtim Bakanı Saffet Arıkan’a, “Sorunuz bakalım Prof. Ebert’e, memleketimizde kaç yıl sonra Türkçe metinli bir opera oynayabilecek ?” demiş. Bakan da, yanlarında benim de bulunduğum bir sırada bu soruyu aynen Ebert’e nakletti ve şöyle dedi: “Cumhurreisimiz, çocuklarımızın bir operayı, baştan aşağı Türkçe sözlerle ne zaman oynayabileceklerini öğrenmek istiyorlar, ne dersiniz?”. Ebert de bu soruya, gülümseyerek, “Beş yıl sonra, sayın Bakan” cevabını verdi. “
* * *
Carl Ebert’in Mozart’ın (1756-1791) bir perdelik “Bastien und Bastienne” adlı komik-operası, üç yıl sonra, öğrencileri tarafından büyük bir başarıyla oynanır. Bu, Türkiye’de Türkçe sahnelenen ilk yabancı eserdir. Bu olay büyük sevinç ama aynı zamanda büyük bir üzüntü de yaratır. Çünkü Mustafa Kemal Atatürk, yıllardır beklediği bu sanat olayını göremeden dünyaya gözlerini yummuştu.
* * *
Bunları niçin yazıyorum… Çünkü iki ay içinde birbiriyle bağlantılı sayılabilecek üç yıldönümü var… 14 Mayıs 2015 Carl Ebert’in ölümünün 35’inci yıldönümü… 20 Şubat 1887’de Berlin’de doğan Carl Ebert, 14 Mayıs 1980’de ABD’nin Los Angeles kentinde ölür.
* * *
25 Şubat 1907’de Gümülcine’nin Eğridere kazasında dünyaya gelen Sabahattin Ali de Kırklareli’den Bulgaristan’a kaçarken 2 Nisan 1948’de öldürülür. Carl Ebert’i yakın dostu Sabahattin Ali’nin öldürülmesinin 67. yıldönümü… İngiliz şair, oyun yazarı Thomas Stearns Eliot’un “Çorak Ülke” (The waste land) isimli şiirinin ilk bölümü “Ölülerin Gömülüşü” dür. (The burial of the dead)… Şair ilk mısrada “Nisan en zalim aydır” (April is the cruellest month” der… Sabahattin Ali de işte böyle zalim bir ayda öldürülmüş…
* * *
Üçüncü yıldönümü ise 8 Mayıs 1945 Nazi Almanya’sının teslim olduğu gündür. Bu yıl 70. yıldönümü… 25 Nisan 1945’te, Sovyet güçleri Amerikan güçleriyle birleşerek büyük bir saldırıya geçer. 30 Nisan 1945’te Hitler intihar eder. Berlin 2 Mayıs 1945’te Sovyet güçlerince alınır. Alman ordusu batıda 7 Mayıs, doğuda da 9 Mayıs 1945’te koşulsuz teslim olur. 8 Mayıs 1945 Avrupa’da Zafer Günü (V-E Günü) ilan edilir. Yani 8 Mayıs, Carl Ebert’in işine son verip dünyayı kana bulayan Nazi Almanyasının teslim olduğu gündür.
* * *
Efsane tiyatro sanatçısı Max Reinhardt’ın öğrencisi olan Carl Ebert’in başarılı bir sanat hayatı var… Berlin, Darmstadt, Frankfurt gibi birçok tiyatroyu yöneten, oyunlar sahneye koyan Carl Ebert, 1931’de Berlin Alman Operası Sanat Direktörlüğü’ne getirilir. 1933 yılında Nazilerin baskısı giderek artar. Ebert, Yahudi değildir, ancak sosyal demokrat olması, seçtiği eserlerde Nazi ideolojisi yerine moderniteye önem vermesi gibi nedenlerle işine son verilir.
* * *
Bunu öğrenen gestapo şefi Hermann Göring, Ebert’i çağırıp bizzat görüşür. Berlin’deki tüm opera yönetimini kendisine teslim edeceğini söyleyip göreve dönmesi için iknaya çalışır. Ancak Carl Ebert, bu teklifi reddederek karısı ve çocuklarıyla birlikte İsviçre’ye gider. Carl Ebert’in başından geçenler, Buenos Aires’te Teatro Colon tiyatrosu, İsviçre’den birkaç kez Türkiye’ye gelip gitmesi, Türkiye için hazırlayıp Hasan Ali Yücel’e verdiği raporlar… Taksim’de Opera, Tiyatro projeleri, Holzmeister ve diğer mimarlarla sahne tasarımı ve daha birçok yaşanan olayın hepsi birer yazı konusu…
* * *
Tarih 3 Şubat 1936… Serin bir şubat sabahı… İstanbul’dan kalkan yataklı tren gecikmez, tam vaktinde Ankara garına girer. Trenden ellerinde valizleriyle üç güler yüzlü yolcu iner… Gelenler, Prof. Carl Ebert ile dönemin iki büyük mimarıdır… Alman Hans Pölzig ile Ankara’da Devlet Mahallesi’ni ve Parlamento binasını inşa etmekte olan Avusturyalı Clemens Holzmeister’dir. Holzmeister garda onlardan ayrılıp evine gider. Ebert ile Pölzig ünlü Ankara Palas Oteli’ne giderler… Birkaç gün sonra Mimar Pölzig ile İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nin Mimarlık Bölümü’nün başına yönetici olarak bir sözleşme yapılır. Pölzig, kısa bir sürede evini İstanbul’a nakletmek üzere Berlin’e döner, ancak Berlin’den ölüm haberi gelir. Ankara’da üzüntü yaratır… Ebert ile de sözleşme imzalanır, kısa bir süre sonra da karısı Gertrude ile çocukları Ankara’ya gelir…
* * *
Böyle başlayan bir hikayede dokuz yıllık sürenin sonunda Bakanlıkça sözleşmesi yenilenmeyen Carl Ebert üzülür… 1945 yılında Türkiye’den ayrılıp İngiltere’ye gider. Cevat Dursunoğlu bu üzücü olayı şöyle anlatır: “1945 yılına giriyorduk. O sıralarda Ebert, “Carmen” operasını sahneye koyacaktı. Hazırlık yapıyordu. Ama sözleşmesi yenilenmedi, Şaşırdı ve ansızın gitti. Ebert’in bilmediği bir şey vardı ki, bunu Ebert’in duymamasına büyük özen gösterilmişti. Ebert’in, hazırlıklarını hayli ilerletmiş olduğu “Carmen” operasını sahneye koymak üzere, rejisör Renato Mordo Ankara’ya davet edilmiş, hatta kendisiyle gizlice sözleşme de imza edilmişti. Bunları ben de duyuyor, böyle bir şeyin gerçek olabileceğine bir türlü akıl erdiremiyordum.”
* * *
Kısa bir süre sonra da Mordo gelir ve “Carmen”i sahneye koyar. Ebert’in bunu kendisinden gizli yapılmış olmasına inanamaz ve çok üzülür. Dursunoğlu, anılarında “ Dokuz yıl geceli gündüzlü çalışmanın ve Devlet Konservatuvarı ile Türk Devlet Tiyatrosu ve Operası’nı kurmanın böylesine bir davranışla sonuçlanmış olması cidden hazindi” diye yazar.
* * *
Aradan altı yıl geçer. Bu durumu öğrenen Başbakan Adnan Menderes ve Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri, Dursunoğlu’nu görevlendirir ve İngiltere’ye gidip Ebert’in gönlünü yapıp Türkiye’ye getirmesini isterler. Dursunoğlu gidip Ebert’i bulur ve gönlünü alır ancak Ebert’in Türkiye’ye sürekli olarak gelmesi artık olanaksızdır, çünkü Ebert, Berlin Devlet Operası’nın Genel Müdürlüğü ve Başrejisörlüğü’ne getirilmiş ve ayrıca her yıl İngiltere’de Glyndebourne Mozart Festivalleri’ni yönetmektedir.
* * *
Her şeye rağmen Carl Ebert, Türkiye’ye küsmez… Gelemeyeceğini, ancak arzu edilirse bir eseri sahneye koyabileceğini bildirir. Teklif kabul edilir… 1952 yılında Ankara’ya gelip Shakespeare’in “Bir Yaz Gecesi Rüyası” adlı eserini sahneye koyup döner. Daha sonra 70. doğum yılı 1957’de davet üzerine kısa bir süre Ankara’ya gelir, talep üzerine kurumlarda inceleme yapıp bir rapor yazar. Carl Ebert, en son 12 Nisan 1969’da Atatürk Kültür Merkezi’nin açılışına davetli olarak en son yaşadığı Los Angeles kentinde gelip katılır.
* * *
Ben hep şunu merak ederim… Prof. Carl Ebert ile ilgili olarak internette ve çeşitli kitaplarda, lisansüstü veya doktora tezlerinde bilgi bulabilirsiniz… Günümüzde hiçbir şey gizli değil… Bu bilgiler Türkçe veya yabancı dillerde… Ebert hakkında özellikle Türkçe yazıların büyük bir bölümü onun yaşam hikayesi veya sanatıyla ilgili… Bir bölümü de yabancı dillerden tercüme…
* * *
Ortaçağ tarihçisi, filozof Alman Ernst Kantorowitz’in bir temel eseri var… Sanırım Türkçe’ye çevrilmedi… Bildiğimi kadarıyla Türkiye dışında Siyasal Bilgiler tahsili yapanlar bunu bilirler veya bilmek zorundalar… Bu eşsiz eserin adı “Kralın iki vücudu” (The Kings two bodies)… Kantorowitz, bin sayfalık eserinde şunu vurgular her kralın iki vücudu vardır.. Biri biyolojik… Her canlı gibi yaşar ve ölür… İkinci vücudu ise fikirleri, düşünceleridir… İkinci vücudu ölmez… İlelebet yaşar…
* * *
Çoğu zaman anlatılanın aksine Carl Ebert Yahudi değildi. Ama Nazilere karşı durmak için Yahudi olmak da gerekmez… İnsan olmak yeter… Carl Ebert de gerçek bir insandı. Nazilere, Hitler’e karşı çıktı… Sanatının yanı sıra diğer kimliğiyle yani düşünceleriyle bunu yaptı… Kantorowitz’ten benzetme yaparsak Carl Ebert’in ikinci vücudu yani sanatının yanı sıra Türkiye, Mustafa Kemal Atatürk, Türkler hakkında neler düşünüyordu… Ankara’ya trenle gelirken Holzmeister, Pölzig ile Türkiye’yi konuştular mı… Türkiye’ye gelen eşi ve çocukları ne hissettiler… Sözleşmesi aniden habersiz iptal edilince ilk düşüncesi ne oldu… Kırgınlığı nasıl geçti… Bu ve buna benzer insani soruların cevabı hiçbir yerde yok…
* * *
Eğer Türkiye’nin 1935-1945 döneminde Türkiye’ye gelen bilim adamlarıyla ilgili çağdaş tarihi yazılırsa bunları da yazmak gerekir… Hiçbir şey toplumu yeniden yaratamaz. Onlar da artık yaşamıyor… Toplumun yaşadıklarını nesilden nesile bir şekilde aktarmak gerek. Bu aktarım resmi belgeler, birbirinin kopyası sıkıcı tekrarların yanı sıra değişik şekilleri de olabilir. Bu aktarım sinema, tiyatro, roman gibi dallarda doğru yorumlanıp da olabilir. Batıda bu çok yapılıyor. Goethe, Schiller, Dostoyevski, Puşkin gibi edebiyatçılar başyapıt eserleriyle, büyük rejisörler filmleriyle, tiyatrolarıyla konuları ölümsüz hale getiriyorlar. Bizde bu konudaki çalışmalar da maalesef pek az…