Subiaco – İtalya
Yazı başlığı zihnimde dün gece kıpırdanıyordu… Şimdi, yabancı bir ülkenin küçük bir konuk evi odasında yaklaşık beş saatlik uykudan kalktığımda bu başlık kesinleşmiş, yazacaklarım ve nasıl yazacağım da epeyce belirginleşmişti. Birbiri ardına gelen çağrışımlarla yazacağım… Bunlar öylesine karışık, çelişik şeyler ki birbiri ardına sıralandığında kırık senfoni dediğim şeyi zaten kendiliğinden oluşturacaklar…
***
Senfonilerdeki çokseslilik konusunu çok da iyi anlamış değilim… Daha doğrusu, bunu biçime ilişkin teknik bir konu olarak görmeme eğilimindeyim. Sözgelimi Barok neden çoksesli olsun… Örneğin Bach çok sevdiğim bir müzisyen. Vivaldi de öyle… Fakat senfonilerinin her birinde akıp giden, çok yoğun ama tek bir duygunun, çoğaltılarak da olsa tekrarıdır… Asıl çokseslilik bence romantizmin Bethoven, Mendelson gibi bestecilerinin eserlerinde gerçekleşiyor… Özellikle Bethoven’de senfoniler iç içe giren, yer değiştiren karşıt duygu ezgileriyle örülüyor… Yirminci yüzyıla doğru, örneğin Çaykovski’de, bu karmaşa daha da artıyor… Modern müzik ise, şiirde ve resimde olduğu gibi, bir karşıt sesler örgüsü… Fakat onlarda da bu karmaşa her zaman içten gelen bir itkiyle değil de, sanki yapay olarak gerçekleştiriliyor…
***
19. yüzyılın iki büyük şairi, Romen Mihai Eminescu ile İtalyan GiacomoLeopardi adına düzenlenen uluslararası şiir festivali için geldiğim İtalya’da, Roma yakınlarındaki Subiaco kentindeyim. Bu yörede, her gün bir, bazen birkaç yerde gerçekleşecek festival bugün başlıyor. Dün ilk ve serbest gündü. Ben ilk gelenlerden biri olarak, sabahın erken saatinde, konuk edildiğimiz, bir ormanın hemen kıyısında, bir tepe üzerindeki “Santa Scolastico” Manastırı’nın ve konuk evinin çevresindeki muhteşem yaz başlangıcı doğasını keşfetmeye çıktım… Dar bir asfalt yol kıvrılarak daha yukarılara çıkıyor… Aşağılara doğru ise sonsuzluk duygusu uyandıran çepeçevre bir gökyüzü altında yeşilliklerin fışkırdığı, her yöne kilometrelerce uzanan bir doğa cenneti… Tek karşıtlık, buradan birkaç kilometre ötede, bir yamaç üzerinde, evlerin sımsıkı birbirine yaslandığı ağaçsız bir ortaçağ kenti olan Subiaco’nun kendisi…
***
Sözünü ettiğim sabah gezisinde, pek de çekici görünmeyen kenti gezip görmek yerine, o saatte duyulan tek sesin kuş cıvıltıları olduğu doğayı yaşamak istedim… Ve bir zaman sonra da, kendimi de şaşırtan bir itkiyle (adlarını ne yazık ki bilmediğim) morlu, kırmızılı (bunlar sanırım gelincikti), sarılı, beyazlı kır çiçeklerinden bir küçük demet derledim ve bu demetle çektirdiğim fotoğrafı hem yakınlarıma göndermek hem de sosyal medyada paylaşmak isteğini kırık senfoninin ilk karşı notaları izledi… Böylece, fotoğrafın altına şu iki karşıt cümle yazılmış oldu: “Kırlardan çiçek toplamayalı kim bilir kaç zaman oldu… / Zaten ülkemizde ne kır kaldı ne çiçek ne de çiçektoplamak için heves…”
***
Aynı gün öğleden sonra, Romen şair İon Deaconescu ile festivalin iki yaratıcısından biri olan İtalyan heykeltıraş ve şair Vincenzo Bianci ile yine yakınlardaki “Cervara dı Roma” kasabasını gezdik… Kasaba derken, duvar dikliğinde, birkaç yüz metre uzunluğunda ve aynı boyutlardaki eninde bir kayalık tepe üzerine kurulmuş kartal yuvalarından söz ediyorum… Duvarlarda şiirler yazılı ve kayalara heykeller oyulmuş… Gezi dediğim, yüzlerce basamağı bir yukarı bir aşağı inip çıkmak da olsa hissettiğim şey yorgunluk değil mutluluktu… Fakat gece bütün katılımcılarla birlikte muhtarlıktaki buluşmada, mutluluğum yerini yine burukluğa bırakacaktı… Hoş geldin konuşmasının daha ilk cümlesinde muhtar adımı anıyordu… İtalyanca konuşma İngilizceye çevrildiğinde mesele anlaşıldı… Sorunlu bir ülkeden gelebildiğim için, yaklaşık otuz ülkeden gelen şairler arasında bana özellikle teşekkür edilmekteydi…
***
Sözcük sınırını aştım… Kırık senfoniyi önümüzdeki hafta sürdürürüm belki…