Perşembe gecesi Trabzon’da bir otelde yazıyorum.1967’de yedek subaylığımın bir yılını yaptığım bu şehrimize sonralarda da birkaç kez, belki daha da çok gelmişliğim var.
Fakat o yıllardan tanıdığım hemen hiçbir şey kalmamış.
Hiç kimse değil, hiçbir şey.
Örneğin, sanırım o da kitap fuarı ya da benzer bir kültürel etkinlik için gelmiş olan Attila Aşut kardeşimle, bu şehirde sanki yine elli yıl önceki iki delikanlıyız… Yılların etkisi kaçınılmaz; fakat ruhlarımızda, kişiliklerimizde, elli yıl öncesinin Türkiye İşçi Partili gençlerinin enerjisi, diriliği, duygululuğu, mizahı, iyimserliği, adanmışlığı capcanlı, yerli yerinde…
Şehirlerimizi mahvetmede; mimariyi, tarihi, yaşanmışlığı, doğayı bozmada, yok etmede ise, bütün ülkeler arasında ön sıralarda olduğumuzdan kuşku yok…
Akşamüstü arkadaşlar arabayla Trabzon’u gezdirirken kendimi “Yiğitler Yiğiti ve Uçan At Masalı”nın kahramanı gibi hissediyordum. “Ölümsüz yaşam ve sonsuz gençlik” ülkesine ulaşmayı başaran delikanlı, özlem duygusunu alt edemeyerek anayurdunu bir kez olsun görmek için aynı yollardan geri dönerken farkında olmaksızın yaşlanmaktadır. Çünkü o ölümsüzlük ülkesindeyken yüzlerce, belki binlerce yıl geçmiştir. Gelirken geçmiş olduğu yerler de şimdi bambaşkadır. Rastladığı kimselere şaşkınlık içinde sorduğu sorulara aldığı yanıtlar, giderek ak sakallı bir dedeye dönüşmekte olan bu garip yolcuya yönelik alaylardır… Gerçi sözünü ettiğim arkadaşlar benimle alay etmediler ama, ne askerliğimi yaptığım kışlayı, ne kaldığım evleri bulabildim. Sadece kendilerinin değil yerlerinin bile yerinde yeller esiyordu…
***
Sıradan cumartesi yazısına cuma sabahı devam ediyorum… Sabah dediysem şu anda 06.30. Kaldığım odanın penceresinden, hemen
karşımdaki muhteşem, aynı zamanda da zarif ağacı gördüm…
Odam altıncı katta, ağacın yüksekliği pencerenin hizasını da geçiyor…
Çınar mı desem?.. Ziraat mühendisi çocuğuyum ama, ağaç türlerini doğru dürüst öğrenmemiş olduğuma hep hayıflanırım…
Emin olamadığım için “resepsiyon”daki çocuğu aradım… Sorumu anlamadı önce, “bir şey mi içmek istiyorsunuz, tam anlayamadım…” dedi.
Tekrar sorduğumda “bilmiyorum maalesef” diye üst üste birkaç kez yineledi içtenlikle…
Herhalde, kim bu deli diye düşünmüştür, sabahın köründe ağacın türünü merak eden…
Beni hemen anlamayışının bir nedeni, belki de asıl nedeni ise, sesimin hayatımda ilk kez olarak işitilemeyecek kadar kısılmış olması…
Birkaç gün önceki üşütme sonucunda dün sabah başladı bu kısıklık, giderek arttı… Geceden beri zencefil vb. derken şimdi neyse ki açıldı biraz… Sesinden bize ne demeyin, sıradan bir yazı diyerek baştan uyarmıştım sizi…
***
Dün kitap fuarına gelmeden önce “Affan Kitapçıoğlu” Lisesi’nin beni heyecanla bekleyen sevgili öğrencileri ve öğretmenleriyle buluştum. Üç gitar ve bir bateriden oluşan öğrenci topluluğunun sunduğu “Bu Aşk Burada Biter” –kesinlikle abartmıyorum- ustalarla yarışabilecek nitelikteydi… Bir genç kızımızın okumak için “Eski Nisan”ı seçmiş olması ve başarıyla yorumlaması ise bir başka güzellikti… Ben de kendi payıma, kısık sesle yaptığım konuşmamın arasına birkaç şiir serpiştirmekten de geri kalmadım… Ardından uzayıp giden imza kuyruğu, hemen sonrasında da fuar ve orada da her zamanki gibi çoğunluğunu genç kızlarımızın oluşturduğu sevgili okurlarımla imza, söyleşi, fotoğraflar vb…
***
Gece bir TV kanalında bir CHP yöneticisi, cumhurbaşkanı adaylarının sözü edilen üç kişiden daha başka biri olacağını söylüyordu… Uykumun kâbusa dönüşmesi yine kötü bir sürprizle karşılaşma korkusundandı belki… Rüyamda üstelik sevgili sarmanım “Oğluş” kaybolmuştu… Sabahleyin tam da sözünü ettiğim ağacın yakınından bir sarmanın geçmekte olduğunu görünce ferahladım biraz… Bugünkü üç okul ziyaretine daha çok hazırım şimdi…