Bu yıl, Avrupa Parlamentosu seçimi 26-29 Mayıs arasında gerçekleşecek ve üyelerinin doğrudan seçilmesi sisteminin getirildiği 40. yıl dönümünü kutlayacaktır. Bu kutlama krize eğilimli ve karmaşık bir ortamda gerçekleşmekte ve seçimlerde bu siyası atmosfer içinde yürütülmektedir. Birçok uzman ve gözlemci, bu ortamın seçim sonucu üzerinde önemli bir etkisi olmasını beklemektedir. En büyük sorun, Avrupa’daki popülist siyasi akımların bu seçimlerden daha da güçlenerek çıkması ve Avrupa düzeyinde gittikçe artan politik bir faktör olmaları olarak görülmektedir. Avrupa fikri ile çelişen aşırı milliyetçi bir ruhu savunmakta olan bu akımlar AB’yi zayıflatmayı amaçlamaktadırlar.
Almanya`da aşırı sağcı ve göçmen karşıtı popülist bir hareket olan Alternative für Deutschland (AfD) bu ülkenin AB’den çıkmasını savunmaktadır. Fransa’da Marine Le Pen liderliğinde ki Front National partisi ülkesinin AB´nin ortak para birimi olan Avro’dan ayrılmasını talep etmektedir. Front National Cumhurbaşkanlığı Seçimlerinin finalinde Emmanuel Macron‘a mağlup olmuştu. Ancak dikkate alınması gereken bu partinin son on yılda içinde sürekli artış gösteren oy oranıdır. İtalya, siyasi bir deprem yaşamış ve son seçimlerde köklü partilerin yerine populist partilerin koalisyonunda hükümet kurulmuştur. Haziran 2018’den bu yana popülist beş yıldızlı hareketi ve en sağdaki Lega Nord partisi Giuseppe Conte`yi Başbakan olarak seçmişlerdir. Hollanda`da Türkiye ve İslam Düşmanı Geert Wilders`in Özgürlük Partisi önemli bir başarı elde etmiştir. Yine Avusturya`da Özgürlük Partisi Avusturya (FPÖ) göçmen, mülteci ve AB aleyhinde politikalarla mevcut hükümette yer almaktadır. Birleşik Krallık`ta Avrupa Birliği karşıtı siyasi görüş halk oylamasını kazanmış ve ülkenin AB`den çıkma sürecini (Brexit) başlatmıştır. Adı geçen ülkelerin AB`nin üye ülkeleri arasında ana omurgasını oluşturduğu göz ardı edilmediğinde AB‘deki siyasi krizin boyutu daha bariz bir şekilde göz önüne serilmektedir.
AB’nin kalabalık nüfuslu ve siyaseten güçlü üye ülkeleri içinde milliyetçi-popülist partilerin ağırlığı son on yılda oldukça belirginleşmiş olup kökleri 2007 yılına kadar geriye doğru gitmektedir. 2015 yılında yaşanan mülteci kriziyle bu partilere verilen seçmen desteği daha da artmış ve ABD’de Trump’ın Başkan seçilmesiyle ve Birleşik Krallığın 2016’da AB’den çıkma talebiyle daha da perçinlenmiştir. Bu krizler, AB’yi simgeleyen kurumlara karşı halklar arasında mevcut olan karşıtlığı ve gittikçe de artan güvensizliği ortaya koymaktadır.
Doğu Avrupa Neden Farklı
Mayıs 2019’da yapılacak AP seçimlerinde Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin seçim propagandası içeriği Batı Avrupa‘da yer alan ilk kurucu üye ülkelerinkinden farklılıklar sunmaktadır. Bu arada göze çarpan en önemli eksikliklerinden biri, hala 2. Dünya Savaşı’nın ortaya çıkardığı bölünmenin kültürel boyutuyla derinleşerek sürmesidir. A(E)T/AB’nin kuruluş felsefesi yanında güttüğü emperyalist genişleme politikası bu savları desteklemektedir. Bunlar, aşağıda maddeler halinde sıralanmaktadır:
Bu eksikliklerinin başında Batı Avrupa’da yer alan A(E)T/AB üye ülkelerinin Avrupa sınırlarını belirlemede kendine özgü emperyalist yorumu gelmektedir. Başlangıçta A(E)T/AB, Batı Avrupa’nın gelişmiş sanayi ülkelerinin oluşturduğu sadece altı ülkenin katıldığı bir entegrasyon bloku olmasına karşın, “Avrupa’nın sınırlarının, A(E)T/AB’yi kuran ve daha sonra bu birliğe katılan devletlerin coğrafi ve kültürel sınırları olaraktan” algılamasında yatmaktadır. Unutmamak gerekir ki, bu entegrasyon süreci Kıta’nın Soğuk Savaş’ın (1948–1989) başlamasıyla bölündüğü bir zaman kesiti içinde eş zamanlı olaraktan ortaya çıktı ve sadece Batı Avrupa’nın, kıtanın toplam yüzölçümüyle kıyaslandığında, küçük bir coğrafyası üzerinde gerçekleşti. Dolayısıyla kuruluş ve 1990’lı yıllara kadar geçirdiği değişim ve genişleme safhalarında gerçek anlamda Avrupa’nın tamamını kapsamak gibi bir amacı da olamazdı. Başka bir ifadeyle, zengin Katolik-Protestan, Latin-Germen’lerden oluşan sınırlı bir ‘Batı Avrupa Ortaklığı’ ortaya çıkmıştı.
ü 1989 ile 1992 yılları arasında İkinci Dünya Savaşı’nın sonucu olarak bölünen Almanya tekrar birleşmekle kalmadı, ayrıca bu savaşın hemen akabinde başlayan Soğuk Savaş dönemi de sona erdi. Bu jeopolitik değişimle birlikte “Avrupa’nın ortak değerler, tarih ve kültür kimliği temeline dayanacak şekilde tam olarak birleştirilmesi ideali” doğdu. Ancak, bu siyası şans değerlendiril(e)meyerek Orta- ve Doğu Avrupa’nın aday ülkelerinin üyelik müzakereleri Doğu Avrupa’ya göre daha gelişmiş ve sanayileşmiş ve sistemler arası mücadeleden başarıyla çıkmış ‘Batı’ olaraktan sınırlandırılan mirasıyla sınırlı tutuldu. Yeni üye adaylarının ‘eski’ A(E)T/AB üye ülkelerinin değer ve oluşturdukları kimliğe göre şekillenmeleri temel alındı. Bir başka deyimle, AB’nin içinde yer almak için başvuran Orta- ve Doğu Avrupalı aday ülkeler ‘Batı’nın’ koyduğu kriterleri kabul etmek zorunda bırakıldılar.
ü Batı Avrupa’da 1950’lı yıllarından sonra oluşturulan entegrasyon sürecinin eksiklikleri görmezlikten gelindi. Buna karşın, her iki tarafın da birbirlerinin eksik yönlerini tamamlaması ve bu yolla da daha da zenginleşmesi temeline dayanan bir uyum arayışı öngörülmedi. Dolayısıyla her iki tarafın kendilerine ait değerler ile edinilmiş tecrübeleri dikkate alınarak karşılıklı alışverişin gerçekleştiği bir prosedür yürütülmedi. Bu gelişim radikal bir söylemle ‘yenilerin’, ‘eski’ üyelere uydurulması, tek yönlü benzeştirmenin aranması olarak ifade etmek de mümkündür. Bu felsefeyle bir Polonyalı diplomat olan Krupka’ya göre, “Batı Avrupa’nın Orta- ve Doğu Avrupa’ya hâkim olması hedeflendi ve gerçekleştirildi.”
ü Kıta Avrupa’nın yüzyıllar boyunca elde ettiği maddi ve manevi miras sadece Katolik ve reforma uğramış Batı ile sınırlı olaraktan görüldü. Oysaki bu mirasa Ortodoks ve Müslüman doğunun katkılarının göz ardı edilmemesi, toplumlararası diyalog ve çoğulcu bir kültürlülükle bir arada yaşamak için, gerekmekteydi. Krupka’ya göre ”Slav ırkları ve Osmanlı ruhunun iliklerine işlediği tüm Balkanlar, Roma ve Bizans’la paralel olarak Avrupa’nın tüm coğrafik alanını ve en yakın komşularını kapsayan antik ve ortaçağ mirasının eşit haklara sahip varisleridir.” Bu tarihi perspektiflerden hareket edildiğinde Polonya’yı da içine alan Balkan coğrafyasında Avrupa Birliği’ne üye olan ülkeler arasında ilk büyüğü olan Polonya ve onu ikinci olaraktan takıp eden ve halen aday ülke konumunda olan Türkiye, “Yeniçağda,” Krupk’ya göre, “modern devlet, ülkeler Avrupası, bölgeler Avrupası idealinin paramotoru rolünü” oynamışlardır. Avrupa’da modern toplum ve devlet organizasyonuyla bağlantılı olan değerlerin ve çağdaş kültür gelişiminin şekillenmeye başladığı dönem içerisinde, yani tüm on altı, on yedinci ve on sekizinci asır boyunca, Polonya ve Türkiye, Doğu Avrupa’da ve Balkanlarda kurucu ve birleştirici bir unsur oluşturmuşlardır. Hem de Kıta’nın daha batısında bulunan diğer süper güçlerle eşit şekilde gelişim göstermişlerdi. Merkez ve çevre kavramlarının kullanılmadığı antik ve Ortaçağdaki Yunan-Roma’dan farklılık gösteren Yeniçağ Avrupası’nda Türkiye ve Polonya daima Avrupa’nın ortasında değil, çevresinde bulunan Birleşik Krallık, Fransa ve İspanya gibi, süper güçlere benzer roller oynamışlardı. Bu bakımdan Türkiye ve Polonya’nın sosyal ve kültür miraslarından yoksun ve bu devletlerin etkin olmadığı bir birleşik Avrupa düşünmek zordur. Bununla beraber Polonya’nın Avrupa’nın en Batısı’nda bulunan devletlerin oluşturduğu ‘Birliğe’ girebilmesi için kendisini bu ‘birliğe’ göre dizayn etmesi gerekti. Bu sancılı süreç sadece Polonya ile sınırlı olmayıp tüm Orta- ve Doğu Avrupa ülkelerinde gözlemlenmektedir. Bu ülkelerde ortaya çıkan popülist ve aşırı sağ hareketlerde bu gibi yapısal hataları Avrupa karşıtlığı bir siyası akıma çevirme becerisinde bulunmuşlar ve Mayıs 2019 AP’nin seçimlerinin sonuçlarını da etkileyecek bir güce ulaşmışlardır.
2008 Yılından Sonra Yaşanan Finansal, Ekonomik ve Avro Krizi
2008 yılında Lehman Brothers’ Bankası`nın iflasıyla başlayan ekonomik dalgalanmalar küresel finansal krizin başlangıcı olarak görülmektedir. Finansal krizinin uluslararası bir boyut kazanması, en geç 2010 yılından itibaren bazı AB üye ülkelerinin borç krizi içine girmesiyle ortaya çıkmıştır. Avro, ortak bir para birimi olarak yaşanan bu süreç içinde varoluşsal bir krizle boğuşmaktadır. AB üye ülkeleri düzeyinde, krizdeki Yunanistan, İrlanda, en nihayetinde İspanya gibi üye devletlerin mali iflastan korunmaları için acil kurtarma paketleri oluşturulmak zorunda kalınındı. Bu ülkelere önemli miktarda yapısal destekler verildi ve finansal kaynaklar aktarıldı. (bkz. Madde 125 (1) TFEU). Bu kriz yönetimi Avrupa kurumları ile AB vatandaşları arasındaki ilişkide kalıcı bir güven kaybına neden olmuştur. Daha güçlü ekonomisi olan ülkelerden yukarıda sayılan ülkelere doğru başlayan bu malı destek Popülist partiler tarafından seçim malzemesi yapılarak seçimlerde oy devşirmektedirler.
2013 Yılından İtibaren Yaşanan Mülteci Krizi
İkinci önemli kriz küresel düzeyde yaşanan mülteci akımının kitlesel boyutlarda Batı Avrupa’ya doğru yönelmesi olmuştur. Başta Suriye’den olmak üzere Afganistan’dan, İran’dan, Irak’tan ve en nihayetinde Kosova’dan olmak üzere 2014 yılında yaklaşık 626.000 insan İtalya’dan, Macaristan’dan, Almanya’dan ve İsveç’ten siyası sığınma talebinde bulunmuştur. Bu göç hareketleri 2015’ten itibaren dramatik bir şekilde yükselerek AB’yi o zamana kadar yaşamadığı bir mülteci krizi içine sokmuştur. 1,3 milyondan fazla insan güzergâh olaraktan Türkiye, Ege Denizi ve Akdeniz üzerinden AB’ye göç ederek sığınma için başvuruda bulunmuştur. Bu artış ancak 18 Mart 2016`de Türkiye ile yapılan Geri Kabul Antlaşması‘yla kontrol altına alınabilmiştir.
Antlaşmaya göre, 30 Mart 2016’da Türkiye üzerinden Yunan adalarına giden ve sığınma başvurusunda bulunan göçmenlerin bu ülkeye tekrar geri alınmaları konusunda ortak bir karara varılmıştır. Buna karşın Türkiye’ye iade edilecek olan her Suriyeli için, Türkiye’den başka bir Suriyeli mültecinin AB’ye legal yollar üzerinden taşınması öngörülmüştür. Ek olarak, Türkiye, Türkiye’den AB’ye kaçak göç (belgesiz göç) ihtimaline yönelik gerek deniz ve gerek kara yollarının kullanımlarının önlenmesi için gerekli tüm tedbirleri alacağını taahhüt etmiştir. Bu antlaşma ve bu çerçevede Balkan rotasının kapatılması gibi diğer tedbirler mülteci krizinin kademeli olarak kontrol altına alınmasını sağlamıştır. Bununla birlikte, bu kriz ve süregelen mali kriz sırasında Avrupa Birliği Üye Devletlerinin dayanışması önemli yaralar almıştır. Özellikle yeni AB Üyesi olan Polonya ve Macaristan gibi Doğu Avrupa ülkeleri, mülteci kriziyle mücadele için diğer üye ülkelerle ortak eylem konusunda anlaşamamışlardır. Bu konuya ilişkin fikir arılıkları hala devam etmektedir.
2016 Yılından Sonra Yaşanan Brexit-Krizi
Bu kriz ortamında Birleşik Krallık Nisan 2017’de AB üyeliği ile ilgili halk oylamasına gitmiştir. Oylama sonucunda, Birleşik Krallığın nüfusunun küçük bir çoğunluğuyla, yani %51.89’u AB’den çıkmayı talep eden grup (‘leave’) lehine oyunu kullanmıştır. Bunun ardından Nisan 2017’de AB’den ayrılmak için Theresa May‘in Başbakanlığı döneminde başvuruda bulunulmuştur. 2009 yılında yürürlüğe giren Lizbon Antlaşması’nın 50. maddesi bu gibi süreçleri yöneltebilmek için gerekli hukuki düzenlemeleri öngörmektedir. Tarihinde ilk defa, AB bir üye devletin ayrılması konusunu müzakere etmektedir. Haziran 2017’de başlayan çıkış müzakereleri geçtiğimiz günlerde tamamlanmış gibi görülse de, gerçekten başlatılan bu süreç bitmedi ve tam olaraktan ne zaman biteceği henüz kestirilememektedir. Bunun ana sebebi ise hazırlanan çıkış antlaşması Birleşik Krallığın Parlamentosu tarafından (House of Commons) birçok kez oylanmasına rağmen, çoğunluğu sağlayamamıştır. Anlaşmazlığın ana noktalarından biri de, gelecekte AB‘nin dış sınırını oluşturacak olan İrlanda ile Kuzey İrlanda arasındaki sınır sorununa yönelik düzenlemeler oluşturmaktadır. Geçtiğimiz yüzyıl içinde Kuzey İrlanda’da yaşanan terörizm kaynaklı şiddetli çatışmalar ancak 1998’deki ‘Hayırlı Cuma Antlaşması’yla’ sona erdirilebilmişti. Ondan sonra adım adım İrlanda adasında Kuzey ile Güney arasında yakınlaşma sürdürülmüş ve günümüzde bu iki bölge arasında fiziksel bir sınır bulunmamaktadır.
Brexit gerçekleşmesi durumunda AB, iç pazarın bütünlüğünü tüm boyutları bilinen bir sınır hattıyla korumak isterken, Birleşik Krallık Kuzey İrlanda üzerindeki ulusal egemenlik hakkını azaltmak isteme-mektedir. Henüz Parlamento tarafından onaylanmayan çıkış antlaşması (Brexit) Birleşik Krallığın AB ve Kuzey İrlanda ile birlikte bir gümrük birliği aracığıyla tek pazarın bir parçası olaraktan kalmasını öngörmektedir. Böyle bir çözüm dışarda kalan bölgeler için öngörülmediğinden, bu durum Birleşik Krallığın iki ekonomik bölgeye ayrılması anlamına gelmektedir. Özünde Birleşik Krallığın ulusal çıkarlarıyla bağdaşmayan bu Antlaşmanın detayları karmaşık olduğundan House of Commons`da yapılan oylamalarda çoğunluk bulamamıştır. Birleşik Krallık Parlamentosu‘ndaki siyasi manzara kafa karıştırıcıdır. Bu yazıyı yazarken politik durum belirsizliğini korumakta olduğundan Birleşik Krallığın istememesine rağmen, AP seçimlerine katılmasının önünü açmış ve farklı beklentileri gün üzerine çıkartmış ve Brexit sürecinin daha ciddi boyutlarıyla sorgulanmasını beraberinde getirmiştir.
Sonuç
Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nun 1952 ve Avrupa Ekonomik Topluluklarının 1958 yılında kurulmasından sonra organizasyon yeni üyeler alarak sadece büyümemiş, aynı zamanda derinleşerek yeni kurumlar kurmuş ve/veya mevcutları tekrar dizayn etmiştir. Bu değişim ve dönüşüm sürecinden en fazla AP etkilenmiş ve etkilenmeye de devam etmektedir. Özellikle bu devletlerarası entegrasyon süreci teknokrattık bir yöntemle adım adım kurulurken demokratik değerlerde adım adım erozyona uğramaktadır. 1952 yılından itibaren var olan ‘Avrupa Parlamentosu’ Avrupa Halkları olmadan ortaya teknokrattık enstrümantal bir mantıkla kurulduğundan günümüze kadar hakiki bir parlamento kimliği kazanamamıştır. 1979 seçimlerinden sonra Avrupa Halklarının seçtikleri Parlamenterler ortaya çıkan ‘ulusüstü hükümranlık modelini’ denetleme gücüne erişememiş ve onu şekillendirecek yasa koyma ve bütçe yapma yetkileriyle donatılmamışlardır. Ciddi demokratik eksiklikler geçen zaman içinde, Parlamenterlerin ulus devletlerin seçmenleri tarafından seçilmeleri gibi, atılan demokratik adımlarla kısmen giderilmeye çalışılmış olsa da, 2004 yılında yaşanan Orta ve Doğu Avrupa’ya dönük genişlemeyle Birlik Avrupası ekonomik, politik ve kültürel uyumlu bir yapı olmaktan uzaklaşmaya başlamıştır. AB’ye ‚Yeni Üye‘ Orta- ve Doğu Avrupa ülkelerinde Ortodoks kültürü ve Slav kimliği ağır basmaktadır. Ayrıca, siyasi gelenekleri birbirinden çok farklı olan ve sosyoekonomik göstergeleri itibariyle birbirinden değişik yeni ülkeler AB’ye üye olmuşlardır. Onların kendileri bu süreç içinde bir değişime uğradıkları gibi, onlarda teknokrattık yöntemlerle entegre oldukları AB‘nin çehresini belli ölçülerde değiştirdiler. Bu değişim henüz üye olmayan diğer Balkan ülkelerinin de AB ile entegrasyonuyla daha da hızlanacağı tezinden hareket etmek yanlış olmasa gerekir.
Bu problemlerden yola çıkılarak AB’nin politik hedeflerine göre uyum politikasını derinleştirmek için yeni bakış açıları geliştirmek ve bu yöntemle de barış ve kozmopolitik özgürlüğün ekonomik uyumun arkasında kalmaması gerekmektedir. Bir başka ifadeyle, Avrupa’nın genişlemesi ve birleşmesi daha çok politik ve kültürel anlamda yürütülmeli, çok uluslu holdinglere ve ekonomik-teknokrattık entegrasyona dayanacağına, halklararası diyaloğa göre yönlendirilmelidir. Kısacası: AB’nin yeni vizyonu kalıplaşmış kriterlerine göre sınırlandırılmamalı ve bünyesinde barındırdığı yeni çok kültürlü ögelerle karşılıklı olarak öğrenme, öğretme ve değişim süreci olarak anlaşılmalıdır. Unutulmamalıdır ki, Avrupa’nın mirası sadece Katolik ve reforma uğramış Batı kültürüyle sınırlandırılamayacak kadar büyük olup, bünyesinde bunlar kadar önemli olan Ortodoks ve Müslüman mirasını da kapsamaktadır. İkincil kültür ögelerinin göz ardı edilmesi günümüzde görülen radikal sağcı popülist akımların payandası olmaktadır. Halklarının sahip oldukları kültür ögeleri konusunda ayrımcı bir politika uygulayan bir Avrupa’da ‘Ebedi Barışı’ (Kant) kurmak hoş bir seda olmaya mahkûmdur.
Prof. Dr. Harun Gümrükçü