“Demokrasimiz”i, “ulusal birliğimiz”i alanlarda coşkuyla kutlamayı sürdürmekteyken cezaevlerinden de mektuplar gelmeye devam ediyor.
Bunlardan biri, Bakırköy “Kadın Kapalı Hapishane”sinden yazan Tuğçenur Özbay’ın mektubu, beni özellikle duygulandırdı, düşündürdü…
Demokrasimizin de, ulusal birliğimizin de nasıl yalanlarla örtülü olduğunu; bu kandırıcı, parıltılı sözlerin altında ne acılar, ne zulümler, ne ikiyüzlü, insanlık dışı baskılar olduğunu bir kez daha gösterdi.
Bu mektubu özetlemek, bazı bölümlerini sizlerle paylaşmak istedim…
***
Tuğçenur mektubuna, “Bakırköy hapishanesinden devrimci bir özgür tutsak olarak, DHKP-C dava tutsağı olarak yazıyorum” cümlesiyle başlıyor…
Ardından “tecrit”in “bir kısmı”nı anlattığı paragraf geliyor: “Tecrit demek, dışarıyı bir avuç gökyüzüne sığdırmak demek, camdan baktığınızda gece gündüz sizi gözetleyen bir kamerayla göz göze gelmek demek, dışarının sesini haftada bir duymak demek…”
Bu satırları okurken, F tipi denilen cehennem hücreleri tasarısına karşı sanat insanları olarak nasıl elbirliğiyle savaşım verdiğimizi, bütün çabalarımızın “hayata dönüş operasyonu” denilen acımasız bir uygulamayla nasıl yerle bir edildiğini anımsıyorum.
Tuğçenur Özbay ve büyük çoğunluğuyla bu genç, yaşam dolu insanlar, yaşamlarını ölüm hücrelerinde sürdürmek için acaba ne gibi suçlar işlediler?
Bu soruyu, sözünü ettiğim günlerde İstanbul Yargıçlar Evi’nde dönemin Adalet Bakanı ve cezaevlerinin yüksek düzey yöneticileriyle gazeteciler arasında düzenlenen toplantıda Bakana ve yetkililere de yöneltmiştim.
Sorum şuydu: Şu anda cezaevlerinde bulunan siyasi mahkûmların kaç tanesi cinayet hükümlüsüdür.
Bakan ve öteki ilgililer bir süre bakışıp söyleşmiş, sonra da bu konuda ellerinde bir bilgi bulunmadığını söylemişlerdi…
Cinayet işlemiş kişi bile cezaevinde en asgari insan haklarından yararlanmak hakkına sahiptir.
Büyük çoğunluğu örgüt üyeliği vb. suçlamalarla yargılanıp ağır hapis cezalarına mahkûm edilmiş gençlerin hücrelerde ömür boyu çürümeye, çıldırmaya, yok olmaya terk edildiği bir ülkede demokrasinin, özgürlüğün, insan haklarının kırıntısından söz edilemez.
***
Tuğçenur Özbay’ın mektubunun konusu, kendilerine zaten kayıtlı olarak verilen kitapların yeniden kayıt edileceği bahanesiyle sınırlanması, ellerinden alınması; çocuk kitapları için böyle bir sınırlama olmadığı halde “atipik otizmli 4 yaşındaki Poyraz Ali”ye gelen kitapların da bu sınırlama kapsamına alınmış olması…
“Gelin birlikte düşünelim…” diye başladığı bir cümlenin ardından sözlerini şöyle sürdürüyor Tuğçenur:
“Bir kutunun içi, tepenizde kamera, haftada bir 10 dakika (görüşme)… Kitaplarınız elinizden alınınca ne hissedersiniz ya da hatta gerçekleri anlatmak için kullandığınız kâğıt – kaleminiz?(……..) Okumak bir martının uçma hakkı kadar doğal bir haktır, hele ki biz tutsak devrimciler kitaplarımıza yönelen tek bir saldırıyı kişiliğimize, onurumuza yönelik görürüz”…
***
Tuğçenur belli ki bir edebiyat, şiir tutkunu… Dört sayfalık mektubunun sayfalarından birine benim “Yıkılma Sakın”dan şiirimden bir bölüm almış… Mektup zarfının üzerinde ise “Bir Gün Mutlaka”dan, “Hapishanede Bir Sabah Türküsü”nden renkli kalemlerle yazılmış dizeler…
Sevgili Tuğçenur Özbay ve arkadaşları! Bu ülkede ve dünyada da daha adil, insana daha yaraşır bir yaşam için savaşımlarda çok acılar yaşandı, yaşanmakta ve yaşanacak….
Ben nefes alıp verebildiğim sürece şiirlerimle ve yazılarımla böyle bir yaşam için savaşım verenlerden biri ve onların sözcüsü olmayı sürdüreceğim…
Ben de sizlere Deniz’leri düşünerek yazılmış çok bilinen bir başka şiirimle sesleneyim….
Cellat uyandı yatağında bir gece
“Tanrım” dedi, “bu ne zor bilmece:
Öldükçe çoğalıyor adamlar
Ben tükenmekteyim öldürdükçe…”
Okurlarımdan iki hafta izin istiyorum. İki hafta sonra bir olasılıkla hafta içi bir günde buluşmak üzere…