Uluslararası şiir şölenine katılmak üzere Meksika’nın başkenti Mexico City’ye uçuyorum…
İstanbul-Paris arasında üç saatlik uçuştan ve Paris’te De Gaulle’ün adını taşıyan havaalanında birkaç saatlik bekleyişten sonra yaklaşık altı saattir havadayız.
Fransız hava yollarının neredeyse bir stadyum dolusu yolcu taşıyan iki katlı muazzam uçağının üst katına bir ara göz attığımda, bu oldukça küçük bölümde pek çok boş koltuk olduğunu görüp pılımı pırtımı toplayarak yukarıda bir pencere kenarına yerleştim…
Gerçekten de bir yerleşme oldu bu, çünkü yanımdaki koltuklar da boş olduğu gibi, yanıma okumak üzere aldığım birkaç kitap, dünden birkaç gazete ve Paris’te uçak girişinde yolcular için ayrılmış gazetelerden birkaçıyla, pencereyle koltuk arasındaki iç pervazda küçük bir kitaplık oluşturmayı bile başardım…
Bu derme çatma kitaplık bana, Maltepe, sonrasında da Sağmalcılar tutsak evlerinde ranzamın kıyısında oluşturduğum kitaplıkları anımsattı…
Yazıya okyanusu geçerken diye başladım ama, Okyanus bir süre önce geride kaldı.
Önümdeki ekranda yolun yarısından çoğunun aşıldığı, uçağın burnunun Şikago’ya doğru kıvrıldığı görülüyor…
***
Mexico City’de 14 Kasım’da başlayacak olan şiir şöleni üç gün sürecek.
Benim gibi uzaktan gelenler için, zaman farkına alışmak bakımından kısa bir süre bu.
Bizimle Meksika arasında zaman farkı sekiz saat. Bizde sabah sekiz saat önce başlıyor…
Kolombiya’nın Medellin kentindekinden sonra katılacağım ikinci Güney Amerika şiir şöleni olacak bu.
Güney Amerika ülkelerindeki şiir tutkusuyla sanırım hiçbir ülke yarışamaz.
Venezüella’da, Şili’de, Küba’da, Arjantin’de uluslararası büyük şiir buluşmaları olduğunu biliyorum.
Şiirin öldüğünü düşünenler (Batı Avrupa’da gerçekten var böyle bir şey), bu Güney Amerika gerçeği üzerinde de düşünmeliler…
***
Seyrek de olsa duyumsanan hafif hava sarsıntıları yukarı katta belki daha etkili de olsa, buradaki sere serpe yolculuk hoşuma gitti…
İnsan aklının olağanüstü zaferlerinin her-halde başta gelenlerinden biri olan uçmak olgusuna her seferinde bir kez daha hayranlık duymamak mümkün değil!
On bin metrede, evimde, çalışma masamın başında gibiyim…
Bu yazdıklarım uluslararası uzun mesafe uçak yolculuklarını kanıksamış olanlara komik bile gelebilir.
Ama ne yapayım ki ben, bunca yolculuğa, şimdilik Afrika dışında gezegenimizin pek çok yerini görmüş olmama karşın, yarım yüzyıl önce “Bir Gün Mutlaka”da “dünyayı görmek istiyorum” diyen delikanlının merak duygusunu, heyecanını yitirmiş değilim…
***
Yazıya son noktayı koymadan az önce sözünü ettiğim gazetelerden birinde okuyup etkilendiğim bir haberi, daha doğrusu ayrıntılarını paylaşmak isterim…
Bizim, göremediğim perşembe günkü gazetelerimizde de yayınlanmış olması gereken Almanya-Darmstdat kaynaklı haberde, Rosetta adını taşıyan insansız uzay aracının Philae adı verilen modülünün, 6.4 milyar kilometrelik uzaktaki bir “kuyrukluyıldız”a ulaştığı, oradan gelecek haberlerin yaşamın başlangıcı konusunda önemli bilgiler sağlayacağı bildiriliyor…
Haberde beni asıl duygulandıran, izleme merkezindeki bilim insanlarının, bu sonucu sevinçle kutlayışlarını gösteren bir fotoğraf ve modülün inişi henüz tam olarak gerçekleşmemiş olduğu için kuyrukluyıldızın yer çekimi özelliğine ilişkin olarak içlerinden birinin şu cümlesi oldu:
“Şimdi yönetim koltuğunda Isaac Newton
oturuyor…”
***
On bin metrede uçarken ve özellikle de böyle bir ortamda bilimsel aklın ve bu akılla düşünen insanın düzeyini, ülkemizde yaşanmakta olanlarla bir arada düşünerek hissettiklerimi anlayacağınızı ve paylaşacağınızı biliyorum…