GÜNDOĞDU dergisinin dördüncü sayısında (Ağustos 2018) yayınlanan yazımızı okuyucularımızdan gelen yoğun istek üzerine resmi sitemizde de yayımlamayı uygun bulduk.
Geçen ay (Temmuz 2018), ABD’nin Montana eyaletinin Bozeman kentinde bulunan ve Montana Devlet Üniversitesi’ne (Montana State University) ait olan “Museum of The Rockies” adlı bir müzeyi gezdim. Gerçekten harika, eğitici ve öğretici bir müze. Neredeyse iki tam gün harcadım müzeyi tamamen gezmek, teşhir edilenleri görmek ve öğrenmek için. Burası, dünyanın en iyi araştırma ve tarih müzelerinden biri olarak kabul edilmektedir. Dinozor fosilleri koleksiyonu ve özellikle tam ölçekli Tyrannosaurus Rex (T-Rex) iskeleti görülmeye değerdi. Ayrıca; evreni daha kolay tanıyabileceğiniz ve bugün çağdaş dünyanın, evrenin gizemini çözme ve uzayın derinliklerine ulaşabilme adına neler yaptığını görebilmek için planetaryumda (Gökevi) yapılan gösteriyi izlemek heyecan vericiydi.
T-Rex, 13 metre uzunluğu, yaklaşık 7 tona varan ağırlığı ve 5 metrelik boyu ile dünyada yaşamış en büyük etçil canlılardan biri. Yapılan araştırmaya göre T-Rex’ler, bir ısırışta 245 kg. kemikli eti yiyebilirmiş. Dinozorlar; yeryüzünde ilk kez 230 milyon yıl önce görünmüşler, yaklaşık 150 milyon yıl boyunca yaşamışlar ve günümüzden 65 milyon yıl önce nesilleri tükenmiş. Eğer bilim ve bilimsel araştırmalar olmasaydı; yaşadığımız yerkürenin bu gerçeğinden hiç haberimiz olmayacaktı. Bilimsel araştırmalar; yerkürenin yaşını 4,5 milyar yıl ve yerküre üzerindeki organik yaşamın ise 3,5 milyar yıldır var olduğunu söylüyor. Ortalama insan ömrünün 80-85 yıl olduğunu ve Hz. İsa’nın da günümüzden 2018 yıl önce doğduğunu düşündüğümüzde; üzerinde yaşadığımız dünyanın tanık olduklarının yanında bunun hiç bir şey olmadığını çok kolayca anlayabiliyorsunuz.
Tevrat Diyor ki!
Müzede gördüğüm bir yazı gerçekten çok önemliydi; “Fiziki kanıt yoksa o bilim değil, bir görüştür veya bir fikirdir. Bu görüş veya fikir, bilim adamı tarafından ileri sürülmüş olsa bile, bilim değildir’’ diyor. Yani; somut fiziksel kanıt olmadan bilim olmaz.
Musevilerin kutsal kitabı olan Tevrat’a göre; Adem ile Havva’nın dünyaya geliş tarihi M.Ö. 3761, kıyametin tarihi de 7000 olarak söyleniyor. Halen 2018 yılı içinde olduğumuza göre; 3761+2018= 5779 yılındayız. Bunu 7000’den çıkarırsak, 1221 rakamını buluruz. Yani 1221 yıl sonra kıyamet kopacak. Nurcuların lideri Said Nursi de dünyanın yaşının 7000 sene olduğunu söylüyor. Hatta bunu ayet sayısı ile ilişkilendiriyor. Ama bu ileri sürülenlerin bilimsel bir gerçekliği yok.
Fiziki Kanıt Yoksa, Bilim Yoktur!
Arkasında fiziki kanıtlar olan bilimsel çalışmalar ve araştırmalar, kutsal kitapların evren, dünyanın yaşı ve insanın geçmişi hakkındaki söylemlerini gerçeklemiyor. Çünkü insanın varlığı, bilimsel verilere göre milyonlarca yıl geriye gidiyor. Homo Sapiens’in (modern insan) bile geçmişi 250 ile 380 bin yıl öncesine uzanıyor. Bunlar, afaki rakamlar değil. Arkasında fosiller gibi fiziki kanıtlar var.
Esasında; din ve bilim apayrı iki konu. Din inanç işi, bilim ise kanıt işi! Özellikle İslam ülkeleri, sanırım bu işin ayırdına henüz varamadılar. Bu nedenle de bilimde ve teknolojide yol alamıyorlar.
Kutsal Kitaplarda Yazmaz
İlahiyatçı ve sosyal bilimci olan Prof. Dr. Niyazi Kahveci; “Çağımızın ürünü kavram, kurum, kuram, sistem ve değerler, kutsal kitaplar dahil, daha önce yazılmış eserlerde bulunmazlar. Mesela; demokrasi, eşitlik, insan hakları gibi kavramlar bile çağımızdan önce mevcut değildi. Bu nedenle; bu gibi kavramları çağımız öncesi yazılmış eserlerde ve kitaplarda aramak gereksizdir.
Osmanlı; Antik Yunan’daki felsefenin dinsiz karakterinden ötürü, felsefeyi ihmal etmiştir. Batı’da felsefe almış başını giderken, Osmanlı felsefi düşünmeyi güvenli bulmamış, dindışı ve tehlikeli görmüştür. Dinsel düşünüş döneminde olmak, bütün olaylara kutsal kitap ve din gözüyle bakmak demektir. Problemler dinle çözülmeye çalışılıyorsa, ne konuşulursa konuşulsun konu mutlaka dine geliyorsa, yaygın din istismarı yapılabiliyorsa, dinsel konuların reytingi fazla ise, o toplum dinsel düşünme dönemindedir.
İslam dünyasının en az iki asırdır her alanda bir kriz içerisinde bulunduğu, herkes tarafından sürekli dile getirilir. Fakat krize çözüm bulunamaması, ileri sürülen nedenlerin gerçekçi olmadıklarının kanıtıdır. Kriz, bir çağdaş ‘düşünme’ ve onunla üretilen ‘bilim’ sorunudur. Bu eksikliği en gerçekçi tespit eden kişi; Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmuştur. Bu nedenle, her konuda çağdaş düşünmeyi ve bilimi referans vermiştir” diyor.
Osmanlı, Değişimi ve Gelişimi Iskaladı
Ortaçağ’da her şeyin yanıtının kutsal kitaplarda olduğu düşünülürdü. Yani düşünüş biçimi açısından Osmanlı ile Avrupa arasında hiç fark yoktu! Hatta, bazı yönlerden Osmanlı daha ilerideydi!
Avrupa; 15.Yüzyıldan itibaren belirginleşen büyük bir gelişim ve değişim yaşadı, 18.Yüzyıldan sonra başka bir evreye geçti, vites değiştirdi ve dinsel düşünce döneminden akılcı ve bilimsel düşünce dönemine geçti. Artık her şeyin kutsal kitaplarda yazmadığını anladı, içselleştirdi, din ve bilim kulvarlarını tamamen birbirinden ayırdı, hem de kilisenin çok sert muhalefetine rağmen. Bu gelişimin içinde; Rönesans, Reform, Hümanizm, Aydınlanma, Fransız Devrimi ve Endüstri Devrimi var. Osmanlı ise bu değişimi ve gelişimi yanı başında olmasına rağmen, hepsini ıskaladı.
Alınması Gereken Kafa Yapısıydı
Osmanlı, esasında gerilememişti! 17.Yüzyılda 16.Yüzyıldakinden, 18.Yüzyılda 17.Yüzyıldakinden, 19.Yüzyılda ise 18.Yüzyıldakinden daha güçlüydü, geriye doğru gitmemişti. Osmanlı’nın çökmesinin, enkaz haline gelmesinin, yarı sömürge durumuna düşmesinin esas nedeni; yanı başında bulunan Avrupa’daki gelişimi, değişimi anlayamaması ve bunun dışında kalmasıydı.
Osmanlı, özellikle askeri alanda her cephede dayak yiyince, geri kaldığını anladı ama gerçek nedenini anlamadı. Batı’nın ürettiklerini alarak geri kalmışlıktan kurtulacağını sandı. Halbuki yapılması gereken; o üretimi ve başarıyı sağlayan kafa yapısının alınması, akılcı ve bilimsel düşünce dönemine geçilmesiydi!
Doğru Teşhisi Atatürk Yaptı
Gazi Mustafa Kemal Atatürk, durumu kavramış ve doğru teşhisi yapmıştı. Bu nedenle; Cumhuriyeti kurar kurmaz, Aydınlanma Devrimlerine başladı. Amaç; üretimi, başarıyı ve refahı sağlayacak, devletin ve toplumun problem çözme yeteneğini arttıracak çağdaş kafa yapısını inşa etmekti. Bunun yolu da akılcı ve bilimsel düşünce sistemine geçmiş, bilimi yaşamda tek yol gösterici olarak benimsemiş ve eleştirel akla sahip toplumun yaratılmasından geçiyordu.
Bu konuda çok mesafe kat edildi. Atatürk önderliğinde yapılan Aydınlanma Devrimleri ile adeta toplum olarak kuantum sıçraması yapmıştık ama muasır medeniyetler seviyesine henüz erişememiştik. Kat edebildiğimiz mesafe kadar çağdaş olmayan dünyadan ileride, kat edemediğimiz mesafe kadar çağdaş dünyadan gerideydik.
Kadın Erkek Eşitliğine İnanmıyorum
Sorun sadece bilim de değildi. Demokrasi, kadın-erkek eşitliği ve insan hakları gibi kavramlar bile çağımızın, akılcı ve bilimsel düşünce döneminin ürünleriydi.
“Ben kadın erkek eşitliğine inanmıyorum, fıtrata aykırı”, “Örtüsüz kadın perdesiz eve benzer, ya satılıktır ya kiralık”. “Kahkaha atan kadın iffetsizdir”, “Tecavüze uğrayan kürtaj yaptırmasın”, “Kadınlar için tek kariyer annelik”, “Hamile kadın sokakta dolaşamaz”, “Kadının fıtratında köle olmak var, kadın eksik etektir” gibi söylemler; esasında geçmişin, akılcı ve bilimsel düşünce dönemine geçememiş zihniyetin ifadeleriydi.
Kadının Ne Değeri Olabilirdi ki!
Bugün çağdışı olan, geçmişte ise normal olan bu zihniyete göre; kadın ve erkek eşit olamazdı. Kadın, ancak ve ancak erkeğini cinsel olarak memnun ederek, çocuk doğurarak, aşçılık, hizmetçilik ve çocuk bakıcılığı yaparak bir karşılık ve değer bulabilirdi. İnsanlığın tarihi gelişimi içinde, yapılan savaşlarda ve mücadelelerde kadının genel olarak ne değeri olabilirdi ki! Çünkü geçmişte yapılan savaşlarda erkeğe ihtiyaç vardı. Geçmişin savaşlarında, savaş meydanlarında ve cephelerde erkekler cenk eder, kılıç sallar, ok atar ve daha sonra da tüfek tutabilirdi.
Bu nedenle erkekler kutsandı, kutsal kitaplar bile erkeği muhatap aldı, erkek doğuramayan kadınlar eksik sayıldı, hiç doğuramayanlar ise insan yerine konmadı. Ortaçağ’dan sonra bile bu durum devam etti; kadınlar nüfus sayımlarında kale alınmadı, seçme ve seçilme hakkı tanınmadı. Çünkü geçmişin üretim şekli kol ve adale gücü üzerineydi. Ayrıca; savaşlardaki kol ve kafa gücü kompozisyonunda ağırlık, ezici bir şekilde kol gücünden yanaydı. İstenen bu özellikler erkekte vardı. Diğer taraftan; bitmez tükenmez savaşlarda erkekler birbirini kırıyor, erkek nüfusu azalıyor, bozulan bu arz talep dengesi erkekleri daha da değerli kılıyordu.
Günümüzde Esas Olan Kafa Gücü
Bugün insanlığın geldiği bu çağdaşlık çizgisinde, gerek üretim gerekse toplumlar arasındaki mücadele ve savaşlardaki kol ve kafa gücü kompozisyonunda ağırlık, geçmişle kıyas edilemez bir biçimde kafa gücü lehine gelişmiştir. Artık kol gücüne, hele hele niteliksiz türüne olan ihtiyaç azalmıştır, zamanla daha da çok azalacaktır.
Kadının geçmişe göre değerinin yükselmesinin ve erkek ile eşit konuma gelmesinin nedeni; insanlığın bugünkü aşamada ulaştığı akılcı ve bilimsel düşünce düzeyidir. İnsanlığın bugün ulaştığı bu çağdaşlık çizgisi yarın daha da yukarılara çıkacaktır. Artık belirleyici olan kol gücü değil, akıl gücüdür. Kol gücü olarak, erkeğin kadından daha güçlü olduğunu biliyoruz. Ama akıl gücü olarak, erkeğin kadından daha güçlü olduğunu gösterir bilimsel bir veri yok.
Eşitliği Bozan Nedir?
Bugün insanlar ve toplumlar arasındaki eşitliği bozan; kadın veya erkek olmaları değil, akılcı ve bilimsel düşünce dönemine geçip geçmedikleridir. Yani bilim egemen kafalı ve eleştirel akla sahip bir toplum, sorgulamayan, bilimi yaşamın tek yol göstericisi olarak kabul etmeyen, biat eden ama kadını fıtraten eşit saymayan erkek egemen toplumları ezer geçer.
Geçmişte kadın, kadınlar ve çocuklar erkeğin yani babanın veya kocanın sınırsız bir tasarrufu ve egemenliği altındaydı. Buna cezalandırmak, dövmek, şiddet, öldürmek ve Tanrılara oğulların kurban edilmesi de dahildi. İnsanlığın beşeri çizgisi geliştikçe, erkeğin bu sınırsız egemenliği yine Tanrısal referanslarla sınırlandırıldı ama hiç bir zaman ortadan kaldırılmadı. Bugün ise insanlığın vardığı beşeriyet çizgisinde, Tanrısal referans olmadan, pratikte hala alınması gereken yol olsa da teorik olarak kadın ve erkek eşittir.
Esas Olan İbret Değil, Islah
Bugün insanlığın ulaştığı medeniyet çizgisinde şiddet ve bedene yönelik cezalar kabul edilemez. Halbuki geçmişte bu, kırbaçlamak, el ve ayak kesmek, recm etmek (taşlayarak öldürmek), kafasını keserek öldürmek gibi normaldi! Hatta, geçmişte cezalarda ibret esastı ve bunun için vahşice yapılan cezalandırma ritüelleri kitlelere izletilirdi. Bugün çağdaş dünyaya göre; cezalandırma esas olarak ibret için değil, ıslah için yapılır.
Kadını fıtraten erkekle eşit saymayan düşünceler, insanlığın geçmiş zaman dilimi içindeki kadına bakışını temsil eder. Bugünkü dünyada bu bakış açısını devam ettirerek gelişmiş, zenginleşmiş, bilim ve teknoloji yolunda yarışabilen, evrenin sırlarını çözme endişesi içinde bulunan, halkına refah sunabilmiş ve insanlığın bugün için ulaştığı çağdaşlık çizgisini yakalamış tek bir örnek ülke bile yoktur.
Türker Ertürk