Büyük Patlamadan sonrası enerjinin maddeye uzay/zamandaki evrimleşme sürecinde samanyolu semtinin alt ucunda görece kuytu bir köşede, kendi ekseninde yana yana dönen parlak bir yıldız oluşur –Güneş. İşte bu güneşin büktüğü uzay/zaman içinde Einstein´e göre, çevresinde çift merkezli bir yörüngede (elips) sürekli düşerken (dönerken), kendi eğik ekseninde dans eden üçüncü gezegene Dünya adı verilir, üzerinde yaşam bulan ve her şeye anlam veren ardılı insandan.
Çevresinde döndüğü güneşten yaklaşık sekiz dakika hızla ulaşan ışıkla birlikte ısı da alır üşümeden, donmadan yönünü –yolunu şaşırarak bir eksen kayması olmaması için bu Dünya. Ne seninle , ne sensiz olmuyor deyip belli bir uzaklıktan, hem iten hem çeken yapısal yorgun alışkanlık (doğa yasası) ve 23 derece 27 dakika saygıyla sağa eğilerek, eksen-ekvator açısından selamladığı Güneşin çevresinde sıkılmamak için “gidiyorum gündüz gece” türküsünü tutturup için için sessizce bir eli güneşe, diğeri aya uzanmış yanarak döner Şems´in aşkına Mevlana örneği. Yörüngesindeki yol uğraklarında kendince ısınma-serinleme çabasındayken o, biz kuzey yarı kürelilere dört mevsim yaşatır, güney yarı kürelilere de hakça davranıp, dört mevsim de onlara sunar. Bin bir kamaşa içindeki düzenin güzel cilvesi bu ya, kışımızda yaz, baharımızda güz olur oralarda. Bizim ellerde yaprak gazel olmuş meltemde savrulur, güney yarı kürede her yan yeşile boyanmış, domurcuklar her güce meydan okumakta…
Ancak bu süreç yine Einstein´ın ünlü kuramına uygun “görecelilik” göstermektedir. Orta Kuşak yaşam koşullarının biçimlendirmesidir söylenenler. Yerkürenin güneşin çevresini bir tam dönüşünü yıl, elips yörüngede düşe kalka yol alışındaki aşamalara mevsim, birine yaz, tersine kış, diğerine bahar, bunun 23 Eylül – 21 Aralık bölümünde kalan sürecine güz demişiz. Kimimiz kendi karmaşık duygularımızı sararıp solan dökülen yapraklarla özdeşleştirip, ya da ozan yanımızdan uyanarak hazan, hüzün demişiz.
Bu baharın son olmadığını her yıl yinelendiğini bildiğimiz halde, bir ad daha takmış, yaz sonrası bahar yerine Sonbahar demişiz güze, sonlandırmışız onu hüznümüzden. Saçma bile gelse usa, güzün hüzün olması, bundan kurtuluşumuz da yok insan kalarak. Bizim yokta sanki bilimin var mı ki, Makro evrendeki “Görecelik Kuramı Yasaları”nı, mikro evrende geçersiz kılıyor Kuantum Kuramı ve ünü büyük Einstein da olan “Tanrı zar atmaz” diyor hüznünden, ve de resimdeki gibi, kendisiyle ve her şeyle alay ediyor dili bir karış dışarda. Ancak, ardılları en son CERN deneylerinde ışıktan daha hızlı nitron parçacıklarını saptıyorlar.
Herşeyi aydınlatsak bile usumuzla, bilimle; usüstülükler, usdışılıklar çılgınlıklarımızda bizimle olacak hep. Belki de bunlar yaratıcı anlarımız, melenkolik dönemlerimizin kuralsız izdüşümleridir. Çılgın Türklerin ataları “ateş düştüğü yeri yakar” demişle ve onbinlerce yıldır bunu böyle bilmişler, ateşte böyle bilmiş, böyle işlemiş , ama son dönem Ataları M.K. Atatürk ”Yaşamda en gerçek klavuz bilim ve bu bilim de öyle bir ateştir ki, kendisinden uzak kalanları yakar” deyip onbinlerce yıllık ezberleri bozmuş.
Daha neler, neler demişiz, nice amlamsız anlamlar, anlamlı anlamsızlıklar yüklemişiz insanlar olarak zaman/uzam sarmalındaki süreçlere, her mevsimi hem sevmiş hem yermişiz, güze de özellikle mistik yaklaşmışız. Oysa güz birçok kültürde dilde, hasat dönemi, doğadan insan ve hayvanların besinlerinin en yoğun elde edildiği dönem olarak bilinmektedir. Güz, insan emeğinin doğayla bütünleşmesinin ürünlerinin alındığı, varsıllıklar harmanlandığı ikinci bahardır.
Elbette birçok bitki gibi ağaçlar sararan yapraklarını dökecektir, bu onların kalıcılığının bir bir yasasıdır, bir çeşit uyum oyunudur. Suyun dallara ancak yetebildiği dönemlerde, israfın önlenmesine yenilenebilir bir yöntemle çözüm üretmektir yaprak dökümü, (R.N.Güntekin´i saygıyla anıyorum) darısı doğayı tüketen insanların başına…
Sararan yapraklar arasından en güzel, en sağlıklı, en lezzetli; kırmızınn tüm tonlarında meyveler renklendirir sofralarımızı güz günlerinde. Gönüllere olgun güzellikler, tarlalara güzlükler ekilir güz günlerinde. Güz biterken başlayanın mevsimidir. Kırsal alanda düğün dernek zamanıdır güz günleri. Ne sıcaktır, ne soğuktur havalar, belki de insan bedenine en uygun mevsimdir. Ne gölge ister, ne kapalı alan, ne ısıtma, doğayı tüm renkleri ve çıplaklığıyla yaşayabildiğimiz, unutulmazlarımızın mevsimidir güz.
Geçmişin alışkanlığı, ya da içselleşen, kurallaşan toplumsal, eğitsel, politik etkinliklerin de başlama dönemidir güz günleri. Okullar, yüksek okullar açılır, öğrenme açlığını gidermek için çocuklarımızın gençlerimizin. Yaşamımızın her yönünde etkin olan politikanın merkezi, demokrasilerin olmazsa olmazı parlamentolar yasama dönemlerine başlarlar, En yoğun her boydan ve soydan kutlamaların başlatıldığı dönemdir güz. Sergilerin, tiyatroların açıldığı, bu gecelerin uzamaya, gündüzlerin kısalmaya başladığı gündönümüyle başlayan mevsimdir güz. Kendi içinde kendisinin konu edildiği, her yönüyle irdelendiği dolu dolu anların yaşandığı bu günlerdir güz.
İster nesnel ister öznel olsun , Kuzey Almanya´dan Antalya´ya gelen insanlar nasıl algılayabilirler güzü? Hatta bu yıl olduğu gibi yazı yaşamadan yarı kışı yaşamak oralarda, güzde yazı yaşamak buralarda bildik tüm klişleri paramparça ediyor. Deli divane ediyor, şaşkına çeviriyor insanı. Küçülen dünyamızda herşey her yerde, her zaman yaşanır oluyor. Bir yönüyle olumlu gibi gelen bu yeni durum, tekdüzelikte birleşince farklılığın güzelliklerini en azından bizlerin algılamalarımızda hiçleştiriyor mu? Yoksa bu da bir varsıllık göstergesi ya da yanılsaması mı? İnsanlık aşabilecek mi bu giri tekdüzeliği, yoksa sanal alanda mı avunacağız?
Karlı kışı, yeşi baharı, sıcak yazı ve de melenkolik tutkulu güzüyle dört mevsimi yaşamak, bir özlem mi olacak?
Değerini bilerek içselleştirirken bu anları, tüm mevsimlerin güzelliğini yaşamak ve de, bize bu güzelliği armağan eden dünyamızın yörüngesindeki devinsel estetik konumuna saygıyla bir selam sunmak bu Antalya güzünde en anlamlı insansı duruş değil midir ?
Eylül/Ekim 2021
Nihat Ercan